30 Kasım 2010 Salı

9. Gün: Kara Kaplılar

Bugün hayata ya da kendime hiçbir katkım olmadı. Yalnızca işim için nefes aldım, işim için yemek yedim, işim için yaşadım. Ben bugün kara kaplı dosyaların arasından dünyayı görmeye çalıştım. Küçük aralıktan gördüğüm tek güzel şey gün batımındaki kızıl gökyüzüydü. Dışarı çıkıp kızıllığın bulutların arkasında kayboluşunu izledim. İzlerken şarkı söyledim, temiz havayı içime çektim.
Ben bugün yalnızca işim için yaşadım.

29 Kasım 2010 Pazartesi

8. Gün: Pazartesi Sendromu?

Vay be Pazartesi olmuş da bitmiş bile. Facebook’ta herkes bağırıyor Pazartesi sendromu diye. Ara vermediğimiz için sendroma bile giremedik ağız tadıyla. İstanbul’umda olaydım da bağıraydım ben de pazartesileri sevmiyorum, çok sıkıcı, iğrenç, böğğk diye. Bunları okuyan da bizi Fizan’a sürdüler zannedecek. Gerçi hayatımda Fizan’a coğrafik açıdan hiç bu kadar yakın olmamıştım. Napalım kardeşim, prensesim işte. Gelemiyorum öyle sıkıntılara ben. Şikayet ediyorum, edeceğim de. Deşarj oluyorum.
Uff saat 19.00 olmuş. Durmak yok, yola devam..

Saati yine 21.00 ettik. Bu yemeklerin güzelliğinden 100 kilo olup döneceğim. Bu akşam yediklerimi sıralıyorum: mercimek çorbası, bol sarımsaklı yoğurtlu mantı, etli patlıcan yemeği, pirinç pilavı, cacık. Nasıl yedim ben bunları ya! Aklım almıyor. Midem oldu bir işkembe. Gıdığım hızlı yürüdüğümde sallanıyor artık. Dönünce yemeği kesmem gerek.

Eveeet çocuklar.. Saatlerimiz 23.30’u gösteriyor. Gitme vakti geldi. Bugünde gözlerimiz kırmızı, gönlümüz şişik ayrılıyoruz huzurlarınızdan ayrılıyoruz.
Sizleri seviyorum.
Hayatı seviyorum.

7. Gün: Kayıp

Bugün Pazar. İşe 1 saat geç geldik. 09.00’da başlayan çalışma maratonumuz 00.30 itibariyle sona erdi. Odama gidip duş aldım, kafamı dağıtmak için dizi izledim.

Hayat bugün çok yavandı.

Şarkı mı söylemek lazım avaz avaz bilemedim..

27 Kasım 2010 Cumartesi

6. Gün: Baskın!


Bugün Cumartesi ve ben çok ama çok zor uyandım. Suratsız bir halede odadan çıkarak çalışma odamıza doğru yol aldık. Bilgisayar başında yavan tostumu yedikten sonra işe koyuldum. Buradaki insanlar çok rahat. İstediğimiz belgeleri aheste aheste hazırlıyorlar. Ben de hem muhabbet edeyim hem de başlarında durarak psikolojik baskı uygulayayım diye yanlarına gittim. Çaydı kahveydi derken istediklerimin yarısını aldım ve çalışmaya geri döndüm.
Öğlene doğru Libyalılar şantiyeyi denetlemeye geldi. Bizim de turist vizemiz olduğu için yakalanmamak adına apar topar çalıştığımız odayı boşaltıp kaldığımız evlere sığındık. Anlayacağınız kaçak çalışırken basıldık! Şimdi evde çalışmaya çalışıyoruz. Pazartesi günü de T.C. Başbakanı insan hakları ödülü almaya gelecekmiş. Artık aksiyonumuza aksiyon katılacak.
Basılmamız kötü oldu. Konsantrasyon falan kalmadı bizde. Çalışmamız sürekli bölünüyor. İşler nasıl yetişecek bilmiyorum.
Şu anda saat 22.00. İşten yeni çıkıyoruz. Yarın sabah yine erken kalkıp denetime devam edeceğiz. Bugün uğursuz denetçi elim yüzünden üzerinde çalıştığımız mizan yüklü bir miktarda değişecek. Ben çok havalı konuma geldim ama şimdi her şeyi baştan yapmamız gerekecek. Gülmeli mi ağlamalı mı?

26 Kasım 2010 Cuma

4. Gün: Akşam Sefası

Bugünün çok verimli olduğunu söyleyemeyeceğim. Süreç konuşmaktan kafa kalmadı. Ayrıca Cumartesi ve Pazar tüm gün çalışacağımız bu akşam itibariyle kesinleşti. Zaten çalışmasak da yapacak hiçbir şey yok. Evimi özledim ya iyice çemkirik oldum.

24 Kasım 2010 Çarşamba

3. Gün: İşe Koyulmak

Hava çok soğuk. Sadece öğlenleri üşümekten kurtuluyorum. Ayrıca odalarda internetin çekmemesi akşamları ayrıca çekilmez yapıyor. Dün gece yemekten sonra Sirte’ye indik. Terk edilmiş gibi görünen bir parkta oturduk. Harikaydı diyemeyeceğim ama değişiklik olmuş oldu. Şantiyedeki aileler ve ekiptekilerle beraber güzel vakit geçiriyoruz. Gülmek çok güzel. Bakalım ilerleyen günlerde de gülebilecek miyiz? Bugünden itibaren sıkı bir tempoya girmemiz gerekiyor. Çok içimden geldiğini söyleyemeyeceğim. C’est la vie, n’est-ce pas?

Şu an odamdayım. Valiz hazırlarken aklım beş karış havada, hülyalar içinde olduğumdan havlu getirmeyi unutmuşum. Bugün havlu aldılar bana. İsteği bitmeyen denetçi modundaydım. Sanki havluyu unutmak benim kabahatim değilmiş gibi bir de yarım saatte bir havlu sorup durdum millete. Nihayet öğlene doğru Mısırlı bir çocuk içinde civciv sarısı, bebek mavisi yunus desenli havluyu elinde sallayarak denetim odasına girdi.
Biraz önce sıcacık bir duş aldım ve yatağa kuruldum. Şanslıyım ki bugün odadan internet çekiyor. Akşam yemekten sonra yan eve çay içmeye gittik. Sanki Türkiye’den geleli yıllar olmuş gibi özlemişiz Türk çayını. Keyifli bir muhabbet eşliğinde çaylarımızı içtik, güldük eğlendik. Ev sahipleri çok güzel ağırladı bizi. Benim havlusuz kalmam ve dolayısıyla duş alamamış olmam iyi eğlence konusu oldu. Her zamanki gibi geyikler benim üzerime dönmeye başladı. Her ortamda üzerime oynanmasının nedenini anlamış değilim. Ama olsun ben de çok eğleniyorum.
Şaka maka evimi ve balkonumu özledim. Nedense o balkonda kendimi çok huzurlu hissediyorum. Herkese de öve öve bitiremiyorum. O kadar da abartılacak bir manzarası yok ama olsun. Orası benim canım balkonum. Şehre ve denize karşı içtiğim kahve ya da çay her şeyden güzel benim için.
İşlere tam olarak başlayamadık bugün. Bizi çok yoğun günlerin beklediğini hissediyorum. Konuşulacak ve incelenecek çok konu var. Hele de haftaya ilk defa yapacağım bilgi teknolojileri denetimini düşünürsek benim bu haftanın sonuna kadar çooooooook çalışmam gerek.
Yaptığım işi arada sırada sorgulamaya devam ediyorum. Cesaretim yok işte bir şeyleri kökten değiştirmek için. Hep bir engel buluyorum kendime. Ne yardan ne serden diyorum. Giderek daha tahammülsüz ve tatminsiz olduğumu görüyorum. Kendim daha çok gözüme batmaya başlıyor. Bir anda umutla parlayıp aynı hızla yıkılıyorum ve kendi kendime yarattığım zindanıma geri dönüyorum. Aceleci olduğum için içimi kemiriyorum.
Hadi telkin edelim beni..
Herşey çok güzel olacak.
Bu umudu korumalıyım, hayatta elimde kalan tek şey bu umut çünkü. Herşeyin çok güzel olacağı umudu.
There’s gotta be more to life..

23 Kasım 2010 Salı

2. Gün: Adaptasyon

Bu sabah çok zor uyandım. Gözlerimi yine bambaşka bir yerde açtım. Bir süre boş boş tavana baktım, saatimi 10 dakika erteledim. Yetmedi tabi ki. Hafif bir tuvalet kokusu eşliğinde kalktım. Sessizlikte giyindim. Önümüzdeki 2 hafta evim olacak boş odaya baktım. Hiçbir şey hissetmeyerek çantamı ve bilgisayarımı koluma taktım ve dışarı çıktım. Hava soğuk. Sabah olduğu için olsa gerek.
Açılış toplantımızı yaptıktan sonra baretlerimizi takıp şantiyeyi gezdik. Çok güzel bir proje. Şantiye denetiminin en sevdiğim kısmı böylece bitmiş oldu. Proje hakkında bilgi sahibi olmak, evrak üzerinde kontrol ettiklerimizin elle tutulur halini görmek çok güzel. Her şantiye gezisi sonrası neden işin içinde olamadım diye soruyorum kendime. Neyse.. Bu konuyla ilgili yorumlarımı ayrıca yazarım zamanı geldiğinde. Şantiyede çalışanlar çok kibar ve güler yüzlü. Tabi bu kadar dişiyi bir arada gören bıçkın apaçiler “maşallah”ları sıralıyorlar. Arap erkekleri meğerse çelimsizmiş. Hatta ekip arkadaşlarımdan biri “bir lokma bunlar” diyerek tam anlamıyla açıkladı. İlk çalışma günümüz güzel başladı. Şu an biraz daha işe başladığımı hissediyorum. Başımın dönmesi geçti. Yemekten sonra tam anlamıyla hazır olacağımı hissediyorum.
Yemek bugün de iyiydi. Bu arada ben burada ekmek yemeye başladım. İlginç. Yemekten sonra güzel bir toplantıya girdik. Toplantı yaptığımız kişinin anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Hepsini aynı anda söylemeye çalışıyor. Kafamız allak bullak oldu. Teknik anlamda iyi olduğu belli ama bugüne kadar yapılan toplantıların içinde zaman kaybı sıralamasında ilk üçe girer hatta liderliğe oynar. Burada istihbaratın çok önemli olduğunu gözümüzün içine soktu. Tüm internetin izlendiğini, telefonların dinlendiğini, yerel çalışanlardan birçoğunun istihbarat için buralarda olduğunu söyledi. Zaten her yerde kamera var. Hatta odalarımızda da olduğunu söyleyince güzelce bir yutkunduk. Arkasından gelen 2011 güzellik yarışması esprisinden sonra iyice içimize su serpildi! Saat şu anda 17.00. Bugün hafif bir gün oldu. Böylece iki hafif gün geçirmiş olduk. Hadi hayırlısı.

Libya Günlüğü

Küba maceramı yazmaya başladım; ancak tamamlanması biraz zaman alacak. Güzel olsun istiyorum o nedenle fotoğrafların tamamlanmasını bekleyeceğim. Şimdilik taze maceram olan Libya denetimini yazacağım.

İyi seyirler.. :)


1. Gün: Yolculuk
Küba rüyasından uyanmak zorunda kaldım. Ne güzel soyutlanmıştım hayattan oysa ki. Erasmus yılımda tatile çıkmışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki bir daha işe dönmeyecekmişim gibi. Bir an nasıl denetim yaptığımı bile hatırlayamadım. Pazar gecesi çok zor uyudum. O akşam valizimi istemeye istemeye hazırladım. Takip ettiğim dizilerin son bölümlerini izledim. Balkonumda oturup şarkılar söyledim gecenin bir vakti. Baktım olmayacak kitap okudum ama bana mısın demedi. Uyuyamadım. Işığı kapadım, yastığıma sarıldım ve olası güzel günlerin umudu ve hayalleriyle yatağıma sığındım. Bir süre sonra dalmışım. Telefonumun alarmı çaldığında uykumu alamamaktan çok şaşkınlıkla uyandım. Yolculuk beni bekliyordu. Havaalanlarını ve yurtdışı uçuşlarda verilen kahvaltıyı çok sevmenin verdiği motivasyonla yatakta doğruldum. Ağır ağır yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve taksi çağırdım. Yarım saat içinde yola koyulmuştum. Her zamanki gibi havaalanına ilk ben gittim. Valizimi verdikten sonra ekibi beklemeye başladım. Herkes geldikten sonra pasaport kontrolünden geçerek kahvaltıya yumulduk. Mambo’nun hayatıma girmesi bana gücümü geri vermişti sanki. İlerleyen günlerde neler olacağını bilmesem de içimdeki kıpırtı ve heyecan çok güzeldi. Yüzüme salak bir gülümseme gelip oturdu. Evet, benimle dalga geçtiler ama olsun. Benim bekleyecek bir şeylerim var artık. Uçağa binme saati geldi. Yerlerimizi aldık ve kendimizi pilotumuzun ellerine teslim ettik (hemen de sahiplendim elin pilotunu). İstanbul’un Pazartesi yoğunluğu nedeniyle uçak biraz geç kalktı. Heyecanla kahvaltıyı beklemeye başladım. Uçak yemeklerini neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum. Menüde kahvaltı tabağı, jambonlu tost, çırpılmış yumurta ve tavuk sosis vardı. Alanda kahvaltı etmeme rağmen hepsini bir güzel mideme indirdim. Hayaller kurarak uçağın penceresinden üzerinden geçtiğimiz yerlere baktım, yüzümdeki canım gülümsememle.
Trablus’a indiğimizde saat 13.00 civarıydı. İndiğimiz havalimanı bir Arap ülkesine geldiğimizi hemen hissettiriyordu. Pasaport polisinin yanında bile kendimi güvende hissedemedim. Yoğun bakışlar altında bir sürü kontrolden geçtik, valizlerimizi sağ salim aldık ve bizi karşılamaya gelen görevlinin yanına gittik. Yolculuğumuz uzun süreceği için tuvalete gidelim dedik. Demez olaydık diyeceğim ama sonrasını hatırlayınca gitmemiz iyi olmuş diyorum. Tuvalet çok pisti. Müslüman ülkelerde neden tuvaletlerin temizliğine önem verilmez anlamam. Neyse öyle ya da böyle işimizi gördük ve 6 saat sürecek olan Sirte yolculuğumuz başladı.

Bizi karşılayan Türk görevli Sirte’ye kadar bizimle gelemeyeceğini söyledi ve bizi Türkçe ya da İngilizce bilmeyen şoförümüze teslim etti. Yolda bir iki kez mola verdik. Molalarımız en fazla 10 dakika sürdü. Birinde şoförümüz bize bademli çay ikram etti. Tabi ki benim hassas ve gıcık bünyem bu çok şekerli sıvıyı kaldıramadı. İçemedim. İçinden bir badem yedim ve bardak kimseye çaktırmadan aynen çöpe gitti. Şehirden çıktıktan sonra yolumuz uçsuz bucaksız bozkırın ortasında oldu hep. Hatta bir yerde gördüğümüz develerin peşinden gittik. Develer kaçtı, biz arabayla onları kovaladık. Arabadan inerek birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. İlk başta hoşuma gitmemişti bu kuraklık ve hiçlik. Ama arabadan inince çölün ortasında, kıpkırmızı gökyüzünün altında tertemiz meltemi içime çekmek bedenimi huzurla doldurdu. Bu huzurda Mambo’nun kafamda yarattığım hayalinin de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Uzun, çok uzun süren yoldan ve birçok kez geçtiğimiz pasaport kontrollerinden sonra nihayet Sirte’nin kapısından girdik. Hava kapkaranlık olmuştu. Şantiyeye girdiğimizde rahatladığımı hissettim. Tanıdık yüzler vardı. Hemen odalarımıza yerleştirdiler bizi. Kızlar olarak aile lojmanlarında kalma hakkı kazanmıştık. Bana düşen ev en talihsiziydi belki. İçinde koltuk ya da halı yoktu. Ev dediğim yer tek kişilik bir yatak, giysi dolabı ve plastik bir masadan ibaret. Diğer kızların evlerinde koltuk, halı ve buzdolabı var. Hiç önemli değil. Zaten yatmadan yatmaya gireceğiz odalara. Herşey çok temiz. Böcek yok. Tiksindiğim hiçbir şey yok. Eşyaları bırakır bırakmaz yemeğe oturduk. Aşçımız çok başarılı olduğundan karnımız çok güzel doydu. Menüde mercimek çorbası, zeytinyağlı biber dolması ve yaprak sarması, kavurma, salata, cacık ve börek vardı. Hepsi çok lezizdi gerçekten. Yemekten sonra kızlarla yarım saat kadar dedikodu yapıp odalara çekildik. Yarın saat 08.00’da buluşmaya karar verdik. Şu anda Bebe eşliğinde yazıyorum bu satırları. İspanyolca bir şeyler duymak bana her zaman iyi gelmiştir. Enteresan bir şekilde beni sarıp sarmalıyor bu dil. Dinlemek de konuşmak da çok güzel. Ben bu gece mutluyum. Şimdi yüzümü yıkayacağım ve güzel hayaller eşliğinde yastığıma sarılarak uykuya dalacağım (umarım).