İyi seyirler.. :)
1. Gün: Yolculuk
Küba rüyasından uyanmak zorunda kaldım. Ne güzel soyutlanmıştım hayattan oysa ki. Erasmus yılımda tatile çıkmışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki bir daha işe dönmeyecekmişim gibi. Bir an nasıl denetim yaptığımı bile hatırlayamadım. Pazar gecesi çok zor uyudum. O akşam valizimi istemeye istemeye hazırladım. Takip ettiğim dizilerin son bölümlerini izledim. Balkonumda oturup şarkılar söyledim gecenin bir vakti. Baktım olmayacak kitap okudum ama bana mısın demedi. Uyuyamadım. Işığı kapadım, yastığıma sarıldım ve olası güzel günlerin umudu ve hayalleriyle yatağıma sığındım. Bir süre sonra dalmışım. Telefonumun alarmı çaldığında uykumu alamamaktan çok şaşkınlıkla uyandım. Yolculuk beni bekliyordu. Havaalanlarını ve yurtdışı uçuşlarda verilen kahvaltıyı çok sevmenin verdiği motivasyonla yatakta doğruldum. Ağır ağır yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve taksi çağırdım. Yarım saat içinde yola koyulmuştum. Her zamanki gibi havaalanına ilk ben gittim. Valizimi verdikten sonra ekibi beklemeye başladım. Herkes geldikten sonra pasaport kontrolünden geçerek kahvaltıya yumulduk. Mambo’nun hayatıma girmesi bana gücümü geri vermişti sanki. İlerleyen günlerde neler olacağını bilmesem de içimdeki kıpırtı ve heyecan çok güzeldi. Yüzüme salak bir gülümseme gelip oturdu. Evet, benimle dalga geçtiler ama olsun. Benim bekleyecek bir şeylerim var artık. Uçağa binme saati geldi. Yerlerimizi aldık ve kendimizi pilotumuzun ellerine teslim ettik (hemen de sahiplendim elin pilotunu). İstanbul’un Pazartesi yoğunluğu nedeniyle uçak biraz geç kalktı. Heyecanla kahvaltıyı beklemeye başladım. Uçak yemeklerini neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum. Menüde kahvaltı tabağı, jambonlu tost, çırpılmış yumurta ve tavuk sosis vardı. Alanda kahvaltı etmeme rağmen hepsini bir güzel mideme indirdim. Hayaller kurarak uçağın penceresinden üzerinden geçtiğimiz yerlere baktım, yüzümdeki canım gülümsememle.
Trablus’a indiğimizde saat 13.00 civarıydı. İndiğimiz havalimanı bir Arap ülkesine geldiğimizi hemen hissettiriyordu. Pasaport polisinin yanında bile kendimi güvende hissedemedim. Yoğun bakışlar altında bir sürü kontrolden geçtik, valizlerimizi sağ salim aldık ve bizi karşılamaya gelen görevlinin yanına gittik. Yolculuğumuz uzun süreceği için tuvalete gidelim dedik. Demez olaydık diyeceğim ama sonrasını hatırlayınca gitmemiz iyi olmuş diyorum. Tuvalet çok pisti. Müslüman ülkelerde neden tuvaletlerin temizliğine önem verilmez anlamam. Neyse öyle ya da böyle işimizi gördük ve 6 saat sürecek olan Sirte yolculuğumuz başladı.

Bizi karşılayan Türk görevli Sirte’ye kadar bizimle gelemeyeceğini söyledi ve bizi Türkçe ya da İngilizce bilmeyen şoförümüze teslim etti. Yolda bir iki kez mola verdik. Molalarımız en fazla 10 dakika sürdü. Birinde şoförümüz bize bademli çay ikram etti. Tabi ki benim hassas ve gıcık bünyem bu çok şekerli sıvıyı kaldıramadı. İçemedim. İçinden bir badem yedim ve bardak kimseye çaktırmadan aynen çöpe gitti. Şehirden çıktıktan sonra yolumuz uçsuz bucaksız bozkırın ortasında oldu hep. Hatta bir yerde gördüğümüz develerin peşinden gittik. Develer kaçtı, biz arabayla onları kovaladık. Arabadan inerek birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. İlk başta hoşuma gitmemişti bu kuraklık ve hiçlik. Ama arabadan inince çölün ortasında, kıpkırmızı gökyüzünün altında tertemiz meltemi içime çekmek bedenimi huzurla doldurdu. Bu huzurda Mambo’nun kafamda yarattığım hayalinin de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Uzun, çok uzun süren yoldan ve birçok kez geçtiğimiz pasaport kontrollerinden sonra nihayet Sirte’nin kapısından girdik. Hava kapkaranlık olmuştu. Şantiyeye girdiğimizde rahatladığımı hissettim. Tanıdık yüzler vardı. Hemen odalarımıza yerleştirdiler bizi. Kızlar olarak aile lojmanlarında kalma hakkı kazanmıştık. Bana düşen ev en talihsiziydi belki. İçinde koltuk ya da halı yoktu. Ev dediğim yer tek kişilik bir yatak, giysi dolabı ve plastik bir masadan ibaret. Diğer kızların evlerinde koltuk, halı ve buzdolabı var. Hiç önemli değil. Zaten yatmadan yatmaya gireceğiz odalara. Herşey çok temiz. Böcek yok. Tiksindiğim hiçbir şey yok. Eşyaları bırakır bırakmaz yemeğe oturduk. Aşçımız çok başarılı olduğundan karnımız çok güzel doydu. Menüde mercimek çorbası, zeytinyağlı biber dolması ve yaprak sarması, kavurma, salata, cacık ve börek vardı. Hepsi çok lezizdi gerçekten. Yemekten sonra kızlarla yarım saat kadar dedikodu yapıp odalara çekildik. Yarın saat 08.00’da buluşmaya karar verdik. Şu anda Bebe eşliğinde yazıyorum bu satırları. İspanyolca bir şeyler duymak bana her zaman iyi gelmiştir. Enteresan bir şekilde beni sarıp sarmalıyor bu dil. Dinlemek de konuşmak da çok güzel. Ben bu gece mutluyum. Şimdi yüzümü yıkayacağım ve güzel hayaller eşliğinde yastığıma sarılarak uykuya dalacağım (umarım).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder