7 buçukta odayı boşalttım. Evet biraz zor uyandım ama ucunda İstanbul’uma dönmek olduğu için çok motiveydim. Bahçede güzel bir kahvaltı bizi bekliyordu. Kahvaltımızı edip çıktık yola. Arkama bakmadım bile. Umarım Libya uzuuuuun bir müddet çıkmaz karşıma. Gerçi haksızlık etmeyeyim. Çok güldüğümüz anlar da oldu. Absürt insanlar, absürt olaylar da oldu. Gülümsemeler ve kahkahalar oldu. Yine de bu kadar çalışmayı yaşamak istemem bir daha.
Trablus’a giderken Lepcis Magna’yı da gördük. MS 200 yıllarında Romalılar’ın inşa ettiği bir antik kent. Güzel oldu. Denetimin yorgunluğundan sonra kültürel anlamda bir şey kaldı elimizde. Sanırım görülebilecek tek yeri de görmüş olduk. Bol bol fotoğraf çektikten sonra kaldığımız yerden devam ettik yola. Trablus’a vardığımızda hala gezmek için biraz zamanımız vardı. İlk iş bir Türk restoranında yemek yedik. Sonra Trablus sokaklarına daldık. Cuma olması nedeniyle her yer kapalıydı. Yine de güzeldi. Vakitlice havaalanına gittik. Bir macera da orada başladı. Parayı bastırıp girdik VIP Lounge’a. İyiki de girmişiz yoksa zaman geçmeyecekti. Bu arada bir güvenlik görevlisi bana evlenme teklif etti. Ama ufak ve gereksiz bir ayrıntı olduğu için fazla detaylandırmayacağım.
…
Uçak İstanbul üzerinde süzülürken ışıklı haline bir kez daha âşık oldum İstanbul’un. Farkında olmadan elimi cama götürüp sevmişim Boğaz Köprüsü’nü. Tabi ki gülüşmelere uyandım. Gözümde bir damla yaş vardı.
Valiz bile ağır gelmemişti 3 kat taşımama rağmen. Anahtarın sesi sevdiğim bir şarkı gibiydi. Eve girdim, bavulu bir kenara bıraktım ve salonun perdesini ardına kadar açtım. Vadi ışıklıydı, denizin üzerindeki vapurlar ışıklıydı, karşı kıyıdaki camilerin minareleri büyülüydü. Bir saat kadar oturdum balkonda, elimde Bailey’s’li kahvem. Ben gerçekten mutluydum. Ne olursa olsundu. Ben artık evimdeydim.
6 Aralık 2010 Pazartesi
11. Gün: Pelte
2 Cataflam’dan sonra kapanış toplantısında gözümü açık tutmaya çalışıyorum. Bir şekilde atlattık toplantıyı ve sanırım Proje Müdürü bulguları toplu halde duyduktan sonra bize küstü. Pıhh.. İşini yapınca da kötü oluyorsun kardeşim.
Gücümün kalmadığını hissediyorum. Nihayet bitti buradaki işimiz. Şimdi toparlanma sırası. Ne yalan söyleyeyim işin en çok bu kısmını seviyorum. Kapanıştan sonraki rahatlık hali. Yarın sabah erkenden yola koyulacağız.
Mutluyum.
Gücümün kalmadığını hissediyorum. Nihayet bitti buradaki işimiz. Şimdi toparlanma sırası. Ne yalan söyleyeyim işin en çok bu kısmını seviyorum. Kapanıştan sonraki rahatlık hali. Yarın sabah erkenden yola koyulacağız.
Mutluyum.
1 Aralık 2010 Çarşamba
10. Gün: Sabrın Sınırları
Yazıp sildim. Yazıp sildim. Yazıp sildim.
Sıkıcı olmaya başladığımı görünce hepsini sildim.
Bu kapandan kurtulmama az kaldı. Şu an sadece bunu düşünüyorum.
Sıkıcı olmaya başladığımı görünce hepsini sildim.
Bu kapandan kurtulmama az kaldı. Şu an sadece bunu düşünüyorum.
30 Kasım 2010 Salı
9. Gün: Kara Kaplılar
Bugün hayata ya da kendime hiçbir katkım olmadı. Yalnızca işim için nefes aldım, işim için yemek yedim, işim için yaşadım. Ben bugün kara kaplı dosyaların arasından dünyayı görmeye çalıştım. Küçük aralıktan gördüğüm tek güzel şey gün batımındaki kızıl gökyüzüydü. Dışarı çıkıp kızıllığın bulutların arkasında kayboluşunu izledim. İzlerken şarkı söyledim, temiz havayı içime çektim. Ben bugün yalnızca işim için yaşadım.
29 Kasım 2010 Pazartesi
8. Gün: Pazartesi Sendromu?
Vay be Pazartesi olmuş da bitmiş bile. Facebook’ta herkes bağırıyor Pazartesi sendromu diye. Ara vermediğimiz için sendroma bile giremedik ağız tadıyla. İstanbul’umda olaydım da bağıraydım ben de pazartesileri sevmiyorum, çok sıkıcı, iğrenç, böğğk diye. Bunları okuyan da bizi Fizan’a sürdüler zannedecek. Gerçi hayatımda Fizan’a coğrafik açıdan hiç bu kadar yakın olmamıştım. Napalım kardeşim, prensesim işte. Gelemiyorum öyle sıkıntılara ben. Şikayet ediyorum, edeceğim de. Deşarj oluyorum.
Uff saat 19.00 olmuş. Durmak yok, yola devam..
…
Saati yine 21.00 ettik. Bu yemeklerin güzelliğinden 100 kilo olup döneceğim. Bu akşam yediklerimi sıralıyorum: mercimek çorbası, bol sarımsaklı yoğurtlu mantı, etli patlıcan yemeği, pirinç pilavı, cacık. Nasıl yedim ben bunları ya! Aklım almıyor. Midem oldu bir işkembe. Gıdığım hızlı yürüdüğümde sallanıyor artık. Dönünce yemeği kesmem gerek.
…
Eveeet çocuklar.. Saatlerimiz 23.30’u gösteriyor. Gitme vakti geldi. Bugünde gözlerimiz kırmızı, gönlümüz şişik ayrılıyoruz huzurlarınızdan ayrılıyoruz.
Sizleri seviyorum.
Hayatı seviyorum.
Uff saat 19.00 olmuş. Durmak yok, yola devam..

…
Saati yine 21.00 ettik. Bu yemeklerin güzelliğinden 100 kilo olup döneceğim. Bu akşam yediklerimi sıralıyorum: mercimek çorbası, bol sarımsaklı yoğurtlu mantı, etli patlıcan yemeği, pirinç pilavı, cacık. Nasıl yedim ben bunları ya! Aklım almıyor. Midem oldu bir işkembe. Gıdığım hızlı yürüdüğümde sallanıyor artık. Dönünce yemeği kesmem gerek.
…
Eveeet çocuklar.. Saatlerimiz 23.30’u gösteriyor. Gitme vakti geldi. Bugünde gözlerimiz kırmızı, gönlümüz şişik ayrılıyoruz huzurlarınızdan ayrılıyoruz.
Sizleri seviyorum.
Hayatı seviyorum.
7. Gün: Kayıp
Bugün Pazar. İşe 1 saat geç geldik. 09.00’da başlayan çalışma maratonumuz 00.30 itibariyle sona erdi. Odama gidip duş aldım, kafamı dağıtmak için dizi izledim.
Hayat bugün çok yavandı.
Şarkı mı söylemek lazım avaz avaz bilemedim..
Hayat bugün çok yavandı.
Şarkı mı söylemek lazım avaz avaz bilemedim..
27 Kasım 2010 Cumartesi
6. Gün: Baskın!

Bugün Cumartesi ve ben çok ama çok zor uyandım. Suratsız bir halede odadan çıkarak çalışma odamıza doğru yol aldık. Bilgisayar başında yavan tostumu yedikten sonra işe koyuldum. Buradaki insanlar çok rahat. İstediğimiz belgeleri aheste aheste hazırlıyorlar. Ben de hem muhabbet edeyim hem de başlarında durarak psikolojik baskı uygulayayım diye yanlarına gittim. Çaydı kahveydi derken istediklerimin yarısını aldım ve çalışmaya geri döndüm.
Öğlene doğru Libyalılar şantiyeyi denetlemeye geldi. Bizim de turist vizemiz olduğu için yakalanmamak adına apar topar çalıştığımız odayı boşaltıp kaldığımız evlere sığındık. Anlayacağınız kaçak çalışırken basıldık! Şimdi evde çalışmaya çalışıyoruz. Pazartesi günü de T.C. Başbakanı insan hakları ödülü almaya gelecekmiş. Artık aksiyonumuza aksiyon katılacak.
Basılmamız kötü oldu. Konsantrasyon falan kalmadı bizde. Çalışmamız sürekli bölünüyor. İşler nasıl yetişecek bilmiyorum.
Şu anda saat 22.00. İşten yeni çıkıyoruz. Yarın sabah yine erken kalkıp denetime devam edeceğiz. Bugün uğursuz denetçi elim yüzünden üzerinde çalıştığımız mizan yüklü bir miktarda değişecek. Ben çok havalı konuma geldim ama şimdi her şeyi baştan yapmamız gerekecek. Gülmeli mi ağlamalı mı?
26 Kasım 2010 Cuma
4. Gün: Akşam Sefası
Bugünün çok verimli olduğunu söyleyemeyeceğim. Süreç konuşmaktan kafa kalmadı. Ayrıca Cumartesi ve Pazar tüm gün çalışacağımız bu akşam itibariyle kesinleşti. Zaten çalışmasak da yapacak hiçbir şey yok. Evimi özledim ya iyice çemkirik oldum.
24 Kasım 2010 Çarşamba
3. Gün: İşe Koyulmak
Hava çok soğuk. Sadece öğlenleri üşümekten kurtuluyorum. Ayrıca odalarda internetin çekmemesi akşamları ayrıca çekilmez yapıyor. Dün gece yemekten sonra Sirte’ye indik. Terk edilmiş gibi görünen bir parkta oturduk. Harikaydı diyemeyeceğim ama değişiklik olmuş oldu. Şantiyedeki aileler ve ekiptekilerle beraber güzel vakit geçiriyoruz. Gülmek çok güzel. Bakalım ilerleyen günlerde de gülebilecek miyiz? Bugünden itibaren sıkı bir tempoya girmemiz gerekiyor. Çok içimden geldiğini söyleyemeyeceğim. C’est la vie, n’est-ce pas?
…
Şu an odamdayım. Valiz hazırlarken aklım beş karış havada, hülyalar içinde olduğumdan havlu getirmeyi unutmuşum. Bugün havlu aldılar bana. İsteği bitmeyen denetçi modundaydım. Sanki havluyu unutmak benim kabahatim değilmiş gibi bir de yarım saatte bir havlu sorup durdum millete. Nihayet öğlene doğru Mısırlı bir çocuk içinde civciv sarısı, bebek mavisi yunus desenli havluyu elinde sallayarak denetim odasına girdi.
Biraz önce sıcacık bir duş aldım ve yatağa kuruldum. Şanslıyım ki bugün odadan internet çekiyor. Akşam yemekten sonra yan eve çay içmeye gittik. Sanki Türkiye’den geleli yıllar olmuş gibi özlemişiz Türk çayını. Keyifli bir muhabbet eşliğinde çaylarımızı içtik, güldük eğlendik. Ev sahipleri çok güzel ağırladı bizi. Benim havlusuz kalmam ve dolayısıyla duş alamamış olmam iyi eğlence konusu oldu. Her zamanki gibi geyikler benim üzerime dönmeye başladı. Her ortamda üzerime oynanmasının nedenini anlamış değilim. Ama olsun ben de çok eğleniyorum.
Şaka maka evimi ve balkonumu özledim. Nedense o balkonda kendimi çok huzurlu hissediyorum. Herkese de öve öve bitiremiyorum. O kadar da abartılacak bir manzarası yok ama olsun. Orası benim canım balkonum. Şehre ve denize karşı içtiğim kahve ya da çay her şeyden güzel benim için.
İşlere tam olarak başlayamadık bugün. Bizi çok yoğun günlerin beklediğini hissediyorum. Konuşulacak ve incelenecek çok konu var. Hele de haftaya ilk defa yapacağım bilgi teknolojileri denetimini düşünürsek benim bu haftanın sonuna kadar çooooooook çalışmam gerek.
Yaptığım işi arada sırada sorgulamaya devam ediyorum. Cesaretim yok işte bir şeyleri kökten değiştirmek için. Hep bir engel buluyorum kendime. Ne yardan ne serden diyorum. Giderek daha tahammülsüz ve tatminsiz olduğumu görüyorum. Kendim daha çok gözüme batmaya başlıyor. Bir anda umutla parlayıp aynı hızla yıkılıyorum ve kendi kendime yarattığım zindanıma geri dönüyorum. Aceleci olduğum için içimi kemiriyorum.
Hadi telkin edelim beni..
Herşey çok güzel olacak.
Bu umudu korumalıyım, hayatta elimde kalan tek şey bu umut çünkü. Herşeyin çok güzel olacağı umudu.
There’s gotta be more to life..
…
Şu an odamdayım. Valiz hazırlarken aklım beş karış havada, hülyalar içinde olduğumdan havlu getirmeyi unutmuşum. Bugün havlu aldılar bana. İsteği bitmeyen denetçi modundaydım. Sanki havluyu unutmak benim kabahatim değilmiş gibi bir de yarım saatte bir havlu sorup durdum millete. Nihayet öğlene doğru Mısırlı bir çocuk içinde civciv sarısı, bebek mavisi yunus desenli havluyu elinde sallayarak denetim odasına girdi.
Biraz önce sıcacık bir duş aldım ve yatağa kuruldum. Şanslıyım ki bugün odadan internet çekiyor. Akşam yemekten sonra yan eve çay içmeye gittik. Sanki Türkiye’den geleli yıllar olmuş gibi özlemişiz Türk çayını. Keyifli bir muhabbet eşliğinde çaylarımızı içtik, güldük eğlendik. Ev sahipleri çok güzel ağırladı bizi. Benim havlusuz kalmam ve dolayısıyla duş alamamış olmam iyi eğlence konusu oldu. Her zamanki gibi geyikler benim üzerime dönmeye başladı. Her ortamda üzerime oynanmasının nedenini anlamış değilim. Ama olsun ben de çok eğleniyorum.
Şaka maka evimi ve balkonumu özledim. Nedense o balkonda kendimi çok huzurlu hissediyorum. Herkese de öve öve bitiremiyorum. O kadar da abartılacak bir manzarası yok ama olsun. Orası benim canım balkonum. Şehre ve denize karşı içtiğim kahve ya da çay her şeyden güzel benim için.
İşlere tam olarak başlayamadık bugün. Bizi çok yoğun günlerin beklediğini hissediyorum. Konuşulacak ve incelenecek çok konu var. Hele de haftaya ilk defa yapacağım bilgi teknolojileri denetimini düşünürsek benim bu haftanın sonuna kadar çooooooook çalışmam gerek.
Yaptığım işi arada sırada sorgulamaya devam ediyorum. Cesaretim yok işte bir şeyleri kökten değiştirmek için. Hep bir engel buluyorum kendime. Ne yardan ne serden diyorum. Giderek daha tahammülsüz ve tatminsiz olduğumu görüyorum. Kendim daha çok gözüme batmaya başlıyor. Bir anda umutla parlayıp aynı hızla yıkılıyorum ve kendi kendime yarattığım zindanıma geri dönüyorum. Aceleci olduğum için içimi kemiriyorum.
Hadi telkin edelim beni..
Herşey çok güzel olacak.
Bu umudu korumalıyım, hayatta elimde kalan tek şey bu umut çünkü. Herşeyin çok güzel olacağı umudu.
There’s gotta be more to life..
23 Kasım 2010 Salı
2. Gün: Adaptasyon
Bu sabah çok zor uyandım. Gözlerimi yine bambaşka bir yerde açtım. Bir süre boş boş tavana baktım, saatimi 10 dakika erteledim. Yetmedi tabi ki. Hafif bir tuvalet kokusu eşliğinde kalktım. Sessizlikte giyindim. Önümüzdeki 2 hafta evim olacak boş odaya baktım. Hiçbir şey hissetmeyerek çantamı ve bilgisayarımı koluma taktım ve dışarı çıktım. Hava soğuk. Sabah olduğu için olsa gerek.
Açılış toplantımızı yaptıktan sonra baretlerimizi takıp şantiyeyi gezdik. Çok güzel bir proje. Şantiye denetiminin en sevdiğim kısmı böylece bitmiş oldu. Proje hakkında bilgi sahibi olmak, evrak üzerinde kontrol ettiklerimizin elle tutulur halini görmek çok güzel. Her şantiye gezisi sonrası neden işin içinde olamadım diye soruyorum kendime. Neyse.. Bu konuyla ilgili yorumlarımı ayrıca yazarım zamanı geldiğinde. Şantiyede çalışanlar çok kibar ve güler yüzlü. Tabi bu kadar dişiyi bir arada gören bıçkın apaçiler “maşallah”ları sıralıyorlar. Arap erkekleri meğerse çelimsizmiş. Hatta ekip arkadaşlarımdan biri “bir lokma bunlar” diyerek tam anlamıyla açıkladı. İlk çalışma günümüz güzel başladı. Şu an biraz daha işe başladığımı hissediyorum. Başımın dönmesi geçti. Yemekten sonra tam anlamıyla hazır olacağımı hissediyorum.
Yemek bugün de iyiydi. Bu arada ben burada ekmek yemeye başladım. İlginç. Yemekten sonra güzel bir toplantıya girdik. Toplantı yaptığımız kişinin anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Hepsini aynı anda söylemeye çalışıyor. Kafamız allak bullak oldu. Teknik anlamda iyi olduğu belli ama bugüne kadar yapılan toplantıların içinde zaman kaybı sıralamasında ilk üçe girer hatta liderliğe oynar. Burada istihbaratın çok önemli olduğunu gözümüzün içine soktu. Tüm internetin izlendiğini, telefonların dinlendiğini, yerel çalışanlardan birçoğunun istihbarat için buralarda olduğunu söyledi. Zaten her yerde kamera var. Hatta odalarımızda da olduğunu söyleyince güzelce bir yutkunduk. Arkasından gelen 2011 güzellik yarışması esprisinden sonra iyice içimize su serpildi! Saat şu anda 17.00. Bugün hafif bir gün oldu. Böylece iki hafif gün geçirmiş olduk. Hadi hayırlısı.
Açılış toplantımızı yaptıktan sonra baretlerimizi takıp şantiyeyi gezdik. Çok güzel bir proje. Şantiye denetiminin en sevdiğim kısmı böylece bitmiş oldu. Proje hakkında bilgi sahibi olmak, evrak üzerinde kontrol ettiklerimizin elle tutulur halini görmek çok güzel. Her şantiye gezisi sonrası neden işin içinde olamadım diye soruyorum kendime. Neyse.. Bu konuyla ilgili yorumlarımı ayrıca yazarım zamanı geldiğinde. Şantiyede çalışanlar çok kibar ve güler yüzlü. Tabi bu kadar dişiyi bir arada gören bıçkın apaçiler “maşallah”ları sıralıyorlar. Arap erkekleri meğerse çelimsizmiş. Hatta ekip arkadaşlarımdan biri “bir lokma bunlar” diyerek tam anlamıyla açıkladı. İlk çalışma günümüz güzel başladı. Şu an biraz daha işe başladığımı hissediyorum. Başımın dönmesi geçti. Yemekten sonra tam anlamıyla hazır olacağımı hissediyorum.
Yemek bugün de iyiydi. Bu arada ben burada ekmek yemeye başladım. İlginç. Yemekten sonra güzel bir toplantıya girdik. Toplantı yaptığımız kişinin anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Hepsini aynı anda söylemeye çalışıyor. Kafamız allak bullak oldu. Teknik anlamda iyi olduğu belli ama bugüne kadar yapılan toplantıların içinde zaman kaybı sıralamasında ilk üçe girer hatta liderliğe oynar. Burada istihbaratın çok önemli olduğunu gözümüzün içine soktu. Tüm internetin izlendiğini, telefonların dinlendiğini, yerel çalışanlardan birçoğunun istihbarat için buralarda olduğunu söyledi. Zaten her yerde kamera var. Hatta odalarımızda da olduğunu söyleyince güzelce bir yutkunduk. Arkasından gelen 2011 güzellik yarışması esprisinden sonra iyice içimize su serpildi! Saat şu anda 17.00. Bugün hafif bir gün oldu. Böylece iki hafif gün geçirmiş olduk. Hadi hayırlısı.
Libya Günlüğü
Küba maceramı yazmaya başladım; ancak tamamlanması biraz zaman alacak. Güzel olsun istiyorum o nedenle fotoğrafların tamamlanmasını bekleyeceğim. Şimdilik taze maceram olan Libya denetimini yazacağım.
İyi seyirler.. :)
1. Gün: Yolculuk
Küba rüyasından uyanmak zorunda kaldım. Ne güzel soyutlanmıştım hayattan oysa ki. Erasmus yılımda tatile çıkmışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki bir daha işe dönmeyecekmişim gibi. Bir an nasıl denetim yaptığımı bile hatırlayamadım. Pazar gecesi çok zor uyudum. O akşam valizimi istemeye istemeye hazırladım. Takip ettiğim dizilerin son bölümlerini izledim. Balkonumda oturup şarkılar söyledim gecenin bir vakti. Baktım olmayacak kitap okudum ama bana mısın demedi. Uyuyamadım. Işığı kapadım, yastığıma sarıldım ve olası güzel günlerin umudu ve hayalleriyle yatağıma sığındım. Bir süre sonra dalmışım. Telefonumun alarmı çaldığında uykumu alamamaktan çok şaşkınlıkla uyandım. Yolculuk beni bekliyordu. Havaalanlarını ve yurtdışı uçuşlarda verilen kahvaltıyı çok sevmenin verdiği motivasyonla yatakta doğruldum. Ağır ağır yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve taksi çağırdım. Yarım saat içinde yola koyulmuştum. Her zamanki gibi havaalanına ilk ben gittim. Valizimi verdikten sonra ekibi beklemeye başladım. Herkes geldikten sonra pasaport kontrolünden geçerek kahvaltıya yumulduk. Mambo’nun hayatıma girmesi bana gücümü geri vermişti sanki. İlerleyen günlerde neler olacağını bilmesem de içimdeki kıpırtı ve heyecan çok güzeldi. Yüzüme salak bir gülümseme gelip oturdu. Evet, benimle dalga geçtiler ama olsun. Benim bekleyecek bir şeylerim var artık. Uçağa binme saati geldi. Yerlerimizi aldık ve kendimizi pilotumuzun ellerine teslim ettik (hemen de sahiplendim elin pilotunu). İstanbul’un Pazartesi yoğunluğu nedeniyle uçak biraz geç kalktı. Heyecanla kahvaltıyı beklemeye başladım. Uçak yemeklerini neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum. Menüde kahvaltı tabağı, jambonlu tost, çırpılmış yumurta ve tavuk sosis vardı. Alanda kahvaltı etmeme rağmen hepsini bir güzel mideme indirdim. Hayaller kurarak uçağın penceresinden üzerinden geçtiğimiz yerlere baktım, yüzümdeki canım gülümsememle.
Trablus’a indiğimizde saat 13.00 civarıydı. İndiğimiz havalimanı bir Arap ülkesine geldiğimizi hemen hissettiriyordu. Pasaport polisinin yanında bile kendimi güvende hissedemedim. Yoğun bakışlar altında bir sürü kontrolden geçtik, valizlerimizi sağ salim aldık ve bizi karşılamaya gelen görevlinin yanına gittik. Yolculuğumuz uzun süreceği için tuvalete gidelim dedik. Demez olaydık diyeceğim ama sonrasını hatırlayınca gitmemiz iyi olmuş diyorum. Tuvalet çok pisti. Müslüman ülkelerde neden tuvaletlerin temizliğine önem verilmez anlamam. Neyse öyle ya da böyle işimizi gördük ve 6 saat sürecek olan Sirte yolculuğumuz başladı.

Bizi karşılayan Türk görevli Sirte’ye kadar bizimle gelemeyeceğini söyledi ve bizi Türkçe ya da İngilizce bilmeyen şoförümüze teslim etti. Yolda bir iki kez mola verdik. Molalarımız en fazla 10 dakika sürdü. Birinde şoförümüz bize bademli çay ikram etti. Tabi ki benim hassas ve gıcık bünyem bu çok şekerli sıvıyı kaldıramadı. İçemedim. İçinden bir badem yedim ve bardak kimseye çaktırmadan aynen çöpe gitti. Şehirden çıktıktan sonra yolumuz uçsuz bucaksız bozkırın ortasında oldu hep. Hatta bir yerde gördüğümüz develerin peşinden gittik. Develer kaçtı, biz arabayla onları kovaladık. Arabadan inerek birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. İlk başta hoşuma gitmemişti bu kuraklık ve hiçlik. Ama arabadan inince çölün ortasında, kıpkırmızı gökyüzünün altında tertemiz meltemi içime çekmek bedenimi huzurla doldurdu. Bu huzurda Mambo’nun kafamda yarattığım hayalinin de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Uzun, çok uzun süren yoldan ve birçok kez geçtiğimiz pasaport kontrollerinden sonra nihayet Sirte’nin kapısından girdik. Hava kapkaranlık olmuştu. Şantiyeye girdiğimizde rahatladığımı hissettim. Tanıdık yüzler vardı. Hemen odalarımıza yerleştirdiler bizi. Kızlar olarak aile lojmanlarında kalma hakkı kazanmıştık. Bana düşen ev en talihsiziydi belki. İçinde koltuk ya da halı yoktu. Ev dediğim yer tek kişilik bir yatak, giysi dolabı ve plastik bir masadan ibaret. Diğer kızların evlerinde koltuk, halı ve buzdolabı var. Hiç önemli değil. Zaten yatmadan yatmaya gireceğiz odalara. Herşey çok temiz. Böcek yok. Tiksindiğim hiçbir şey yok. Eşyaları bırakır bırakmaz yemeğe oturduk. Aşçımız çok başarılı olduğundan karnımız çok güzel doydu. Menüde mercimek çorbası, zeytinyağlı biber dolması ve yaprak sarması, kavurma, salata, cacık ve börek vardı. Hepsi çok lezizdi gerçekten. Yemekten sonra kızlarla yarım saat kadar dedikodu yapıp odalara çekildik. Yarın saat 08.00’da buluşmaya karar verdik. Şu anda Bebe eşliğinde yazıyorum bu satırları. İspanyolca bir şeyler duymak bana her zaman iyi gelmiştir. Enteresan bir şekilde beni sarıp sarmalıyor bu dil. Dinlemek de konuşmak da çok güzel. Ben bu gece mutluyum. Şimdi yüzümü yıkayacağım ve güzel hayaller eşliğinde yastığıma sarılarak uykuya dalacağım (umarım).
İyi seyirler.. :)
1. Gün: Yolculuk
Küba rüyasından uyanmak zorunda kaldım. Ne güzel soyutlanmıştım hayattan oysa ki. Erasmus yılımda tatile çıkmışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki bir daha işe dönmeyecekmişim gibi. Bir an nasıl denetim yaptığımı bile hatırlayamadım. Pazar gecesi çok zor uyudum. O akşam valizimi istemeye istemeye hazırladım. Takip ettiğim dizilerin son bölümlerini izledim. Balkonumda oturup şarkılar söyledim gecenin bir vakti. Baktım olmayacak kitap okudum ama bana mısın demedi. Uyuyamadım. Işığı kapadım, yastığıma sarıldım ve olası güzel günlerin umudu ve hayalleriyle yatağıma sığındım. Bir süre sonra dalmışım. Telefonumun alarmı çaldığında uykumu alamamaktan çok şaşkınlıkla uyandım. Yolculuk beni bekliyordu. Havaalanlarını ve yurtdışı uçuşlarda verilen kahvaltıyı çok sevmenin verdiği motivasyonla yatakta doğruldum. Ağır ağır yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım, giyindim ve taksi çağırdım. Yarım saat içinde yola koyulmuştum. Her zamanki gibi havaalanına ilk ben gittim. Valizimi verdikten sonra ekibi beklemeye başladım. Herkes geldikten sonra pasaport kontrolünden geçerek kahvaltıya yumulduk. Mambo’nun hayatıma girmesi bana gücümü geri vermişti sanki. İlerleyen günlerde neler olacağını bilmesem de içimdeki kıpırtı ve heyecan çok güzeldi. Yüzüme salak bir gülümseme gelip oturdu. Evet, benimle dalga geçtiler ama olsun. Benim bekleyecek bir şeylerim var artık. Uçağa binme saati geldi. Yerlerimizi aldık ve kendimizi pilotumuzun ellerine teslim ettik (hemen de sahiplendim elin pilotunu). İstanbul’un Pazartesi yoğunluğu nedeniyle uçak biraz geç kalktı. Heyecanla kahvaltıyı beklemeye başladım. Uçak yemeklerini neden bu kadar çok seviyorum bilmiyorum. Menüde kahvaltı tabağı, jambonlu tost, çırpılmış yumurta ve tavuk sosis vardı. Alanda kahvaltı etmeme rağmen hepsini bir güzel mideme indirdim. Hayaller kurarak uçağın penceresinden üzerinden geçtiğimiz yerlere baktım, yüzümdeki canım gülümsememle.
Trablus’a indiğimizde saat 13.00 civarıydı. İndiğimiz havalimanı bir Arap ülkesine geldiğimizi hemen hissettiriyordu. Pasaport polisinin yanında bile kendimi güvende hissedemedim. Yoğun bakışlar altında bir sürü kontrolden geçtik, valizlerimizi sağ salim aldık ve bizi karşılamaya gelen görevlinin yanına gittik. Yolculuğumuz uzun süreceği için tuvalete gidelim dedik. Demez olaydık diyeceğim ama sonrasını hatırlayınca gitmemiz iyi olmuş diyorum. Tuvalet çok pisti. Müslüman ülkelerde neden tuvaletlerin temizliğine önem verilmez anlamam. Neyse öyle ya da böyle işimizi gördük ve 6 saat sürecek olan Sirte yolculuğumuz başladı.

Bizi karşılayan Türk görevli Sirte’ye kadar bizimle gelemeyeceğini söyledi ve bizi Türkçe ya da İngilizce bilmeyen şoförümüze teslim etti. Yolda bir iki kez mola verdik. Molalarımız en fazla 10 dakika sürdü. Birinde şoförümüz bize bademli çay ikram etti. Tabi ki benim hassas ve gıcık bünyem bu çok şekerli sıvıyı kaldıramadı. İçemedim. İçinden bir badem yedim ve bardak kimseye çaktırmadan aynen çöpe gitti. Şehirden çıktıktan sonra yolumuz uçsuz bucaksız bozkırın ortasında oldu hep. Hatta bir yerde gördüğümüz develerin peşinden gittik. Develer kaçtı, biz arabayla onları kovaladık. Arabadan inerek birkaç fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. İlk başta hoşuma gitmemişti bu kuraklık ve hiçlik. Ama arabadan inince çölün ortasında, kıpkırmızı gökyüzünün altında tertemiz meltemi içime çekmek bedenimi huzurla doldurdu. Bu huzurda Mambo’nun kafamda yarattığım hayalinin de etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Uzun, çok uzun süren yoldan ve birçok kez geçtiğimiz pasaport kontrollerinden sonra nihayet Sirte’nin kapısından girdik. Hava kapkaranlık olmuştu. Şantiyeye girdiğimizde rahatladığımı hissettim. Tanıdık yüzler vardı. Hemen odalarımıza yerleştirdiler bizi. Kızlar olarak aile lojmanlarında kalma hakkı kazanmıştık. Bana düşen ev en talihsiziydi belki. İçinde koltuk ya da halı yoktu. Ev dediğim yer tek kişilik bir yatak, giysi dolabı ve plastik bir masadan ibaret. Diğer kızların evlerinde koltuk, halı ve buzdolabı var. Hiç önemli değil. Zaten yatmadan yatmaya gireceğiz odalara. Herşey çok temiz. Böcek yok. Tiksindiğim hiçbir şey yok. Eşyaları bırakır bırakmaz yemeğe oturduk. Aşçımız çok başarılı olduğundan karnımız çok güzel doydu. Menüde mercimek çorbası, zeytinyağlı biber dolması ve yaprak sarması, kavurma, salata, cacık ve börek vardı. Hepsi çok lezizdi gerçekten. Yemekten sonra kızlarla yarım saat kadar dedikodu yapıp odalara çekildik. Yarın saat 08.00’da buluşmaya karar verdik. Şu anda Bebe eşliğinde yazıyorum bu satırları. İspanyolca bir şeyler duymak bana her zaman iyi gelmiştir. Enteresan bir şekilde beni sarıp sarmalıyor bu dil. Dinlemek de konuşmak da çok güzel. Ben bu gece mutluyum. Şimdi yüzümü yıkayacağım ve güzel hayaller eşliğinde yastığıma sarılarak uykuya dalacağım (umarım).
22 Ekim 2010 Cuma
Eğitim şart..
Son zamanlarda heyecanlıyım, çılgınım. Uzun kafa yormaların ardından ve 1 milyon seçenek arasından nihayet bayramda gidilecek yeri belirledik. Ve arkadaşlar gururla açıklıyorum: Küba'ya gidiyoruz!! İnsanlara söylediğimde enteresan tepkiler alıyorum. Mesela annem bu kararıma çok heyecanlanırken babamın ilk tepkisi "Yuh, manyak mısınız?!" şeklinde oldu. Neyse ki çok tantana olmadı bu durum. İple çekiyorum tarihi şu anda.

Yalnız önümde çetin günler var. En önemlisi 6 Kasım'da beni bekleyen sınav. SMMM staja giriş sınavını atlatmam gerekiyor! Bugüne kadar sayfa bile çevirmemiş olmam bu ihtimali biraz zorlaştırıyor tabi ama 29 Ekim'de ev kampı ve iman gücüyle bunu da atlatmayı umuyorum. Evet yanlış okumadınız, arada ev kampı dedim. 29 Ekim'de Ankara'dayım. Soğuk Ankara, neyse ki evden dışarı adım atmamayı planlıyorum. Bakalım nasıl bir 4 gün beni bekliyor.
Hemen hayatıma yeni giren 2 güzellikten bahsedeyim: Balon ve Bulut! Dün Nişantaşı'ndan eve dönerken uzun zamandır istediğim şey gerçek oldu. Balık aldım, işportadan hem de! Ne yalan söyleyeyim ben de şaşırdım ama aldım işte. Yalnız kendilerine daha güzel bir fanus bulmam gerek. Balon turuncu renkli, kuyruğunda bir iki tane siyah çizgi var. Hafif de tombul sanki. Bulut bembeyaz, hatta neredeyse şeffaf. Dipteki renkli taşların üzerinde oynaşıp duruyorlar. Hele yemeklerini verdim mi amaaan görmeyin keyiflerini. O avuç içi kadar yerde birbirlerini kovalamaya başlıyorlar. Sanırım haftaya onları da Ankara'ya götüreceğim. Ama Libya'ya gittiğimde kime emanet edeceğimi henüz bilmiyorum. :( Can sıkıcı. Onları alırken bunu düşünmemiştim. Eve gelip de onların oynamasını izlerken geldi aklıma. Neyse buluruz elbet bir çaresini..
Uzun bir zaman sonra bir cuma gecesi dışarı çıkıyorum. Hiç içimden gelmiyor aslında. Sırf uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı görmeye gidiyorum. Benden geçmiş bu eller havaya gözler popoya modları. Böyle daha bir sakin, evcimen olup çıkmışım yau. İyi mi kötü mü anlamadım. Bakalım bu akşam nasıl olacak.
Şimdilik bu kadar. Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağım kuzucuklar.
PS: Aslında başka gelişmeler var da yazasım gelmedi. Büyük ihtimalle haftasonu melankolikleşip dökeceğim içimi.. Bekleyiniz..
D

Yalnız önümde çetin günler var. En önemlisi 6 Kasım'da beni bekleyen sınav. SMMM staja giriş sınavını atlatmam gerekiyor! Bugüne kadar sayfa bile çevirmemiş olmam bu ihtimali biraz zorlaştırıyor tabi ama 29 Ekim'de ev kampı ve iman gücüyle bunu da atlatmayı umuyorum. Evet yanlış okumadınız, arada ev kampı dedim. 29 Ekim'de Ankara'dayım. Soğuk Ankara, neyse ki evden dışarı adım atmamayı planlıyorum. Bakalım nasıl bir 4 gün beni bekliyor.
Hemen hayatıma yeni giren 2 güzellikten bahsedeyim: Balon ve Bulut! Dün Nişantaşı'ndan eve dönerken uzun zamandır istediğim şey gerçek oldu. Balık aldım, işportadan hem de! Ne yalan söyleyeyim ben de şaşırdım ama aldım işte. Yalnız kendilerine daha güzel bir fanus bulmam gerek. Balon turuncu renkli, kuyruğunda bir iki tane siyah çizgi var. Hafif de tombul sanki. Bulut bembeyaz, hatta neredeyse şeffaf. Dipteki renkli taşların üzerinde oynaşıp duruyorlar. Hele yemeklerini verdim mi amaaan görmeyin keyiflerini. O avuç içi kadar yerde birbirlerini kovalamaya başlıyorlar. Sanırım haftaya onları da Ankara'ya götüreceğim. Ama Libya'ya gittiğimde kime emanet edeceğimi henüz bilmiyorum. :( Can sıkıcı. Onları alırken bunu düşünmemiştim. Eve gelip de onların oynamasını izlerken geldi aklıma. Neyse buluruz elbet bir çaresini..
Uzun bir zaman sonra bir cuma gecesi dışarı çıkıyorum. Hiç içimden gelmiyor aslında. Sırf uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı görmeye gidiyorum. Benden geçmiş bu eller havaya gözler popoya modları. Böyle daha bir sakin, evcimen olup çıkmışım yau. İyi mi kötü mü anlamadım. Bakalım bu akşam nasıl olacak.
Şimdilik bu kadar. Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağım kuzucuklar.
PS: Aslında başka gelişmeler var da yazasım gelmedi. Büyük ihtimalle haftasonu melankolikleşip dökeceğim içimi.. Bekleyiniz..
D
16 Eylül 2010 Perşembe
Herşeyin başı da sonu da sanat be kardeşim..
İnsan bir yerlerden sanata bulaşınca içinden çıkarıp atması çok zor oluyor. Şu anda kendimi her hücremle çalışmak için zorluyorum ama olmuyor. İşimi yapmak yerine oturup blogumun başına bugün öğrendiğim, farkına vardığım bir sanatçıyı paylaşmak istiyorum.
"Yoshitomo Nara"
Çocukları çiziyor. Çizdiği çocuklar bakışlarıyla anlatıyor kendilerini. İki eserini paylaşmak istiyorum. Arzu ederseniz daha detaylı inceleyin, kendi çocuğunuzu kendiniz seçin.
"Blum and Poe"


Parıltılarını sevdim sanırım. Birinin gözü kapalıyken parıltıları başında uçuşuyor, diğerinin parıltıları gözlerinde salınıyor. Çok sevdim sizi çocuklar..
İçimizdeki çocukları unutmayalım canlarım. İçimizdeki çocuklar da sevgiye, ilgiye, bakıma muhtaç. Onlara emek vermezsek arzuladığımız şeyler hep uzak hayaller olarak kalır. İçimizdeki çocukları besleyelim, destekleyelim, yüreklendirelim ki saflıklarıyla cesur adımlar atabilsinler. Attıkları cesur adımların sonundaki ödülleri de sorumluluklarını da almayı öğrensinler. Onlar risk aldıkça bizi de beslesinler. Enerjimizi hep yukarı çeksinler. Saflıkları hep kalsın ki o tatlı saflık kararmaya meyilli hayatlarımıza beyazlık ve ışıltı olarak geri dönebilsin. Böyle böyle kurtulalım sızlanmalarımızdan ve gerçekten yola çıkalım ebedi mutluluğumuza..
D
"Yoshitomo Nara"
Çocukları çiziyor. Çizdiği çocuklar bakışlarıyla anlatıyor kendilerini. İki eserini paylaşmak istiyorum. Arzu ederseniz daha detaylı inceleyin, kendi çocuğunuzu kendiniz seçin.
"Blum and Poe"


Parıltılarını sevdim sanırım. Birinin gözü kapalıyken parıltıları başında uçuşuyor, diğerinin parıltıları gözlerinde salınıyor. Çok sevdim sizi çocuklar..
İçimizdeki çocukları unutmayalım canlarım. İçimizdeki çocuklar da sevgiye, ilgiye, bakıma muhtaç. Onlara emek vermezsek arzuladığımız şeyler hep uzak hayaller olarak kalır. İçimizdeki çocukları besleyelim, destekleyelim, yüreklendirelim ki saflıklarıyla cesur adımlar atabilsinler. Attıkları cesur adımların sonundaki ödülleri de sorumluluklarını da almayı öğrensinler. Onlar risk aldıkça bizi de beslesinler. Enerjimizi hep yukarı çeksinler. Saflıkları hep kalsın ki o tatlı saflık kararmaya meyilli hayatlarımıza beyazlık ve ışıltı olarak geri dönebilsin. Böyle böyle kurtulalım sızlanmalarımızdan ve gerçekten yola çıkalım ebedi mutluluğumuza..
D
3 Eylül 2010 Cuma
Fıkır Fıkır
Eh o kadar karanlıktan sonra ölü toprağını atıp rahatlayacağım bir yer de gerekliydi..
Sütçüler, saygılar diyerek temelini atıyorum efenim. Herkese hayırlı olsun..
Sütçüler, saygılar diyerek temelini atıyorum efenim. Herkese hayırlı olsun..
Kaydol:
Yorumlar (Atom)